31 Aralık 2007 Pazartesi

Su Savaşları Tehlikesi

Su tüketimi son 30 yılda üç katına çıktı ve bu en hayati kaynak üzerine yapılan tartışmaların şiddete dönüşmesi tehlikesi baş gösterdi.
Açık radyo - Londra
21 Aralık 2007, Cuma
Fred PEARCE
Su, çok hızlı bir şekilde 21. yüzyılın en belirleyici krizlerinden biri haline geldi. İklim değişimi suyun erişilebilirliğini giderek belirsiz bir hale getiriyor. Ve biz de giderek daha fazla su kullanıyoruz.
Son 30 yılda, nüfus ikiye katlandı ama su kullanımı üç kat arttı, çünkü modern dünyanın verimli mahsul çeşitleri eskisinden daha fazla suya ihtiyaç duyuyor.
Tipik bir Batılı, her gün, doğrudan ve suya ihtiyacı olan besinler aracılığıyla kendi ağırlığının yüz katı fazla su tüketiyor. İşte bu yüzden, Nil, Colorado ve Indus gibi dünyanın büyük akarsuları artık belirlenebilir hacimde denize ulaşmıyorlar. Tüm suları çekilmiş oluyor.
Dünyanın birçok yeri, özellikle Ortadoğu, kendini besleyecek sudan yoksun kalıyor. Buna karşılık, sadece suyun değil, fazla suya ihtiyaç duyan hububat, şeker ve pamuğun küresel ticareti de artıyor. Birleşik Krallık, çoğu fakir ve kıraç topraklarda ekilmiş bu tür ürünler için her yıl 25 kilometreküp su ithal ediyor.
Ekonomistler buna "sanal su ticareti" diyorlar. Birçok ülke, o olmazsa aç kalır. Ancak giderek daha fazla ülkede su sıkıntısı çekildikçe ticaret zorlaşacak ve su savaşları tehlikesi büyüyecek.
Aslında birçok adaletsizliğin göbeğinde su sıkıntısı var. İsrail, Batı Şeria'nın kontrolünü ele geçirdiği 1967'den beri, Filistinlilerin burada kuyu açmasını engelliyor. Söylediklerine göre, bu politika, zaten çok kullanılan yeraltı sularını korumak için gerekliymiş. Bu doğru. Ama gerçek şu ki, İsrail suyun büyük bir kısmını alıyor ve Filistinlilerin kullanımını yasaklıyor.
Batı Şeria'nın tepelerindeki yerleşimcilerin yüzme havuzları ve çimlerini sulayan fıskiyeleri var, aşağıda ise, Filistinli komşuları susuzluktan kırılıyor. Burada tanıştığım bazı çiftçiler, her gün üç saat boyunca çocukları ve hayvanları için eşeklerin üzerinde su taşıyorlar.
İsrail'in öteki komşularıyla ilişkileri, ülkenin önemli su kaynağı olan Ürdün nehrini kullanma ısrarı yüzünden kötüleşti. Eski Başbakan Ariel Saron'un anılarında, 1967'deki Altı Gün Savaşları'nın toprak için olduğu kadar Ürdün nehrini kullanmak için olduğu da yazıyor. İsrail, Golan tepelerine, askeri gerekçelerden çok, nehrin çıkış yeri olduğu için de çakıldı kaldı.
Haber bültenlerine dikkat ederseniz, Pakistan'da, Meksika'da, Hindistan, Çin, Endonezya ve başka yerlerde sürekli suyla ilgili gösterilere rastlarsınız. Su sıkıntısı arttıkça, dünya da uluslar arası nehirler üzerinde, her an savaş tehlikesi olan tartışmalarla yıkanıyor. Bunların rahatsız edici bir kısmı da İngiliz İmparatorluğu'nun mirası.
1947'de Hindistan'ın paylaştırılması, Indus nehrinin kontrolünün de bölünmesine yol açtı. Şimdi Hindistan ve Pakistan, yeni Hint hidroelektrik santralı üzerine anlaşmazlığa düştü. Pakistan, santralın, İngiltere'nin kurduğu sulama sistemlerini tehdit ettiğini öne sürüyor. Hindistan'ın Ganj üzerindeki kontrolü, Bangladeş'in aşağı kısımlarında hem sele hem de kuraklığa yol açıyor.
Britanya, Arka'da ardında, on ülkeden geçen Nil nehrinin kontrolünü iki ülkeye veren bir anlaşma bıraktı: Mısır ve Sudan. Mısır şimdi, nehirden bir parça su alan Etiyopya gibi ülkeleri savaşla tehdit ediyor.
Diğer kronik tartışmalardan biri de Güney Asya'da Mekong'da kurulan Çin barajları ve bu konuda devam ediyor Orta Asya'nın karmaşık çatışmaları. Kırgızistan ve Tacikistan halkını kışın sıcak tutan hidroelektrik santralleri, pamuk tarlaları için suya ihtiyacı olan Özbekistan ve Kazakistan'ın su kaynaklarını kesiyor.
Gelecekteki Irak hükümetinin, ajandasındaki ilk konulardan biri Fırat ve Dicle üzerinde kurulu barajlar yüzünden Türkiye ile mücadele etmek.
Su anlaşmazlıklarında en önemli sorun, ülkelerin ortak nehirleri nasıl paylaşacakları konusunda uluslararası bir anlaşma olmaması. Bu konuda ilk dış politika Blair hükümetinin 1997'de BM'de bir su konvansiyonu hazırlanması çabalarıyla oldu. Yine de, 10 yıl sonra, hükümet hâlâ konvansiyonu parlamentoda onaylatacak bir girişimde bulunmadı. Bunun sonucunda da, anlaşma için yürürlüğe girecek yeterlilikte imza toplanmadı.
Başarılı İşçi Partili dışişleri bakanları, özellikle de Margaret Beckett, uluslararası nehirler üzerine yaşanan çatışmalardan sonra bir güvenlik anlaşması üzerine ısrar etmişken, bu durum tuhaf geliyor. Hem de, eski savunma bakanı John Reid, silahlı kuvvetlerimizin gelecekte bir "su savaşları"na hazır olması gerektiğini söylediği halde...
İngiltere'nin dünyaya tavsiye ettiği bir kâğıt parçasını imzalamadaki başarısızlığı sorulduğunda, Uluslararası Kalkınma Bakanı Hilary Benn, 2007'nin başında parlamentoda şunları söylemişti: "Gerekli kaynakları doğrulayan herhangi bir iç çıkarımız olduğuna inanmıyoruz. Ve dost ülkelerdeki hükümetlerin yükünü ağırlaştırmayacak bir şey olduğundan emin olmalıyız."
Hangi kaynaklar? Ne yükü? Dost ülkeler kim? Ve hükümetin bu anlaşmaya ihtiyaç olduğunu gördüğü 1997'den bu yana ne değişti? (FP/NS/TK)

Şimdilik Bali, Kyoto'dan Daha Kötü: Yine ABD'nin Oyununa Geldik

Petrol ve doğal gaz endüstrisi siyasi sistemi beslemeye devam ettiği sürece Amerika da iklim değişikliğiyle mücadele tartışmalarını baltalamaya devam edecek.
BİA Haber Merkezi - Londra
21 Aralık 2007, Cuma
George monbiot
3-14 Aralık'ta, Bali'de, Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler toplanarak iklim değişikliğiyle mücadele için Kyoto Protokolü'nden sonra alınması gereken önlemleri tartıştı. Amerika Birleşik Devletleri tartışmayı son güne kadar tıkadı ve sonuçta iki yıl sonra Danimarka'da yapılacak toplantıya kadar pazarlıkların sürdürülmesi kararlaştırıldı. İklim değişikliği, ekoloji üzerine çalışmalarıyla bilinen George Monbiot'un konuşmaların sona ermesinden sonra yazdığı yazıyı aktarıyoruz.
"11 gün süren tartışmalardan sonra hükümetlerin yaptığı anlaşma o kadar fazla taviz içeriyor ki sonuçta salımların artmasına bile yol açabilir. Bu tavizkar siyasi anlaşma büyük ölçüde fosil yakıt ve otomobil endüstrisinin çıkarlarından etkilenen Amerika Birleşik Devletleri'nin eseri. Anlaşmaya varılamaması sonucunda görüşmeler geceye sarkarak devam etti."
Bu satırlar Friends of the Earth örgütünün basın açıklamasından. Ee, ne olmuş, diyebilirsiniz. Ama bu açıklama 11 Aralık'ta yapılmıştı –yani 11 Aralık 1997 demek istiyorum. ABD daha henüz Kyoto Protokolü'nün ortasında koca bir delik açmıştı. George Bush masumdu; o sırada Teksas'ta mahkumları infaz etmekle meşguldü. Ülke adına iklim değişikliği pazarlıklarını yürüten heyetin başında [bu sene iklim değişikliğiyle mücadele çalışmaları nedeniyle Nobel Barış Ödülü verilen] Albert Arnold Gore vardı.
Avrupa Birliği 2010'a kadar sera gazı salımlarında yüzde 15'lik bir indirim istiyordu. Gore'un ekibi bu oranın 2012'ye kadar yüzde 5,2 olarak değişmesini sağladı. Sonra Amerikalılar daha da kötü bir şey yaptı -anlaşmayı tamamen yok ettiler.
Diğer hükümetlerin çoğu indirimi her ülkenin kendisinin yapmasında ısrar ediyordu. Fakat Gore içinden bir Hummer cipin geçebileceği boşluklar konmasını istiyordu. "Zengin ülkeler" diyordu, "diğer ülkelerin indirim kotalarını satın alabilmeli." Bu değişikliği kazandığında anlaşma yalan salım indirimleri üzerine devasa bir küresel piyasa oluşturdu. Batılı ülkeler eski Sovyetler Birliği üyelerinden "sıcak hava" satın alabilecekti. İndirimler hesaplanırken 1990 düzeyleri göz önüne alındığından ve o ülkelerde sanayi çökmüş olduğundan , eski Sovyetler Birliği üyeleri kendileri için konulan sınırın oldukça altında rahatlıkla kalabiliyordu.
Gore ayrıca zengin ülkelerin sözde indirimleri fakirlerden satın alabilmesinde de ısrar etti. Hindistan ve Çin'de girişimciler ana amacı zengin dünyadaki karbon tacirlerinin temizlemek üzere satın alabileceği sera gazı üretmek olan fabrikalar kurdular ve milyonlar kazandılar. Bu sabotajın sonucunda düşük karbon teknolojileri piyasası atıl kaldı. Karbon indirimine yüksek bir değer biçilmediğinden, hükümet politikalarının devamlılığı açısından bir garanti olmadığından şirketler risk almak yerine güvenli bir gelecek sunan fosil yakıtlara yatırım yapmaya devam etti.
Zengin ülkelerin gerçek bir indirime gitmemesini garanti altına alan Gore, yoksullarında onlardan hesap sorduğumuzda burun kıvırabilmelerini güvenceye almış oldu. George Bush 2001'de Kyoto Protokolü'nü hayata geçirmeyeceğini açıkladığında tüm dünya küfrü bastı. Fakat bu baskı sadece ABD'yi etkiledi. Gore'un ekibiyse konuyu herkes için mahvetmişti.
Amerikan heyetinin yok edici gücü değişmeyen tek şey değil. Kyoto Protokolü üzerinde anlaşıldıktan sonra Britanya çevre bakanı John Prescott şöyle dedi: "Bu iklim değişikliğinin getirdiği sorunları çözebilecek tarihi bir anlaşma. İlk defa kalkınmış ülkeler yasal olarak salımlarında indirim yükümlülüğü altına girdi."
10 yıl sonra, şu anki çevre bakanı Hilary Benn bize "bu ileri doğru büyük bir adım, tarihi bir gelişme... İlk defa, dünyanın tüm ülkeleri iklim değişikliğinin tehlikeleriyle mücadele için bir anlaşma üzerinde tartışmaya karar verdi" dedi. Bu insanların üzerinde bir çip mi var acaba?
Her iki sefer de, ABD diğer ülkeler için kabul etmesi imkansız taleplerle ortaya çıktı. Kyoto'dan önce diğer taraflar Gore'un karbon ticareti önerisini doğrudan reddediyordu. Gore'un heyeti konuşmalara son verme tehdidini savurdu. Diğer ülkeler teslim bayrağını çekti ama ABD son ana kadar bir dizi teknik ayrıntı üzerinde durdu ve bir anda fikrini değiştirmiş gibi yaptı. Hem 1997'de hem de 2007'de her şeyin iyi tarafını kendine aldı: hem anlaşmayı suya gömdü hem de onu kurtardığı için teşekkürleri kabul etti.
Hilary Ben bir aptal. Diplomatlarımız işe yaramaz. Amerikalılar aynı oyunu iki kez oynadı ve hükümetlerimiz ikinci kez aynı oyuna geldi.
Daha önümüzde iki yıl var ama bu anlaşma varolan haliyle Kyoto'dan da kötü. Hiçbir hedef ve hiçbir tarih içermiyor. Bali'de üzerinde anlaşılan bir dizi yeni ilke de Gore'un ticaret oyununun en kötü parçasını, "temiz kalkınma mekanizması"nı güçlendiriyor. Benn ve diğer şapşallar tezahürat yapıp şapkalarını sallarken ters yöne gittiğini fark etmeyen tren en sonunda istasyondan çıkıyor.
Her ne kadar artık iktidarda olmadığı için Gore şimdi daha iyi bir yönetim sergilese de George Bush'un yanına bile yaklaşamaz. O etkin, bağlayıcı ve anlamlı bir anlaşma istiyordu ama Amerikan politikası bunu imkansız hale getirdi. Temmuz 1997'de Amerikan Senatosu yoksul ülkeleri zenginlerle aynı kefeye koymayan hiçbir anlaşmaya geçit vermeyeceğini 95'e 0 oyla gösterdi. Kalkınmakta olan ülkelerin bunu kabul edemeyeceğini bilmelerine rağmen, Demokratlar da Cumhuriyetçilerle omuz omuza verdi. Clinton yönetimi bir taviz önermişti: kalkınmakta olan ülkeler için bağlayıcı yükümlülükler yerine Gore sera gazı salımlarının değiş tokuşunu önerecekti. Fakat bunu elde ettiğinde bile "kalkınmakta olan ülkeler katılmadan biz bu anlaşmayı Senato'dan geçirmeyeceğiz" dedi. Clinton dolayısıyla kazanamayacağı bir mücadeleye girmekten kurtuldu.
Peki Amerika –liderlerinin karakterinden bağımsız olarak- böyle davranıyor? Çünkü birkaç diğer modern demokrasi gibi o da iki büyük yozlaştırıcı gücün etkisi altında. Medya endüstrisinin iklim değişikliği tehlikesini bunu gündeme getiren herkesi görmezden gelmek konusundaki –özellikle ABD'deki- rolü üzerine daha önce yazdım. Sizi yeniden aynı şeylerle sıkmayacağım, sadece Cumartesi günü öğleden sonra [BM Bali görüşmeleri sona erdiğinde] Fox News web sitesinde 20 haber olduğunu söylemekle yetineceğim. İklim değişikliği, "Bikini giyen hostes yardım için takvim sattı" ve "Florida'da dükkanlar 'Santa sizden nefret ediyor' yazılı tişörtler satıyor"dan sonra 20. sıradaydı.
Onun yerine diğer yozlaştırıcı gücü, siyasi kampanya ekonomisini konuşalım. Senato iklim değişikliğine yönelik etkin mücadeleyi reddediyor çünkü tüm üyeleri bundan kaybedecek şirketler tarafından satın alınmış ve bağlanmış durumda. Kimin kime ne verdiğini incelediğinizde gözünüze iki şey çarpıyor.
Birincisi nicelik. 1990'dan bu yana enerji ve doğal kaynaklar sektörü –ağırlıkla kömür, petrol, doğal gaz ve tarım sanayi- federal düzeydeki siyasetçilere 418 milyon dolar vermiş durumda. Ulaşım şirketleri 355 milyon dolar vermiş.
Diğeriyse bu ayrım gözetmeyen cömertliğin genişliği. Büyük kirleticiler Cumhuriyetçileri kayırıyor ama çoğu aynı zamanda Demokratları da besliyor. 2000'deki başkanlık seçimleri kampanyasında petrol ve gaz şirketleri Bush'u paraya boğdu ama Gore'a da 142 bin dolar bağışladı; ulaşım şirketleri de 347 bin dolar. Tüm Amerikan politika sistemi kendi karlarını biosferin önüne koyan insanlara bağlı.
Dolayısıyla sorunu bundan sonraki başkanın çözeceği şeklindeki anlamsız beklentiye inanmayın. George Bush'tan çok daha büyük bir sorundan bahsediyoruz. Evet, Bush iklim değişikliğiyle mücadeleyi böğründen gelen bir çabayla öteledi. Ama bunun Bush'un böğrüyle bir ilgisi yok. Amerikalılar siyasi sistemlerini besleyen finansal sistemi sorgulamadığı sürece, onların siyasetçileri kalplerine değil ceplerine bakarak konuşmaya devam edecek. (GM/EÜ)

14 Aralık 2007 Cuma





MADENLER, HALKIN YARARINA İŞLETİLMELİDİR
Son dönemde Kaz dağlarında yapılan maden arama çalışmaları nedeniyle yeniden gündeme gelen altın madenciliği, toplumda olduğu kadar bilim ve teknik çevrelerde de tartışma konusu olmaktadır. Çalışmalara karşı çıkanlarda destekleyenlerde birbirlerini suçlamakta, birbirlerini ihanet içinde görmektedirler. Suçlamaların bu nitelikte olması, son dönemde yükselen milliyetçi rüzgar nedeniyle ihanet lafının çok sık kullanılmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu tür yaklaşımlar anlamlı bir tartışmanın önüne geçerek belirli noktalarda ortaklaşabilecek kesimleri bile karşı karşıya getirebilmekte, sorunun çözümünü zorlaştırmaktadır.
Madenler; yenilenemeyen ve üretildiklerinde tükenen kıt kaynaklardır, Ekonomik rezervler belirli bölgelerde yoğunlaşmışlardır. Bu nedenle, madencilikte yer seçme şansı yoktur, madenin bulunduğu yerde üretilmesi zorunludur. Yapıldığı bölgelere sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan önemli katkılar sağlayan madenciliğin, emek yoğun bir istihdam gerektirdiğinden, kırsal kesimden göçleri önleyici ve gelir dağılımını düzenleyici bir etkisi bulunmaktadır. Bu nedenlerle, madencilik ile ilgili politikaların gelecek nesillerin haklarının da kollanarak tayin edilmesi gerekmektedir.
Aranmaları, üretim için gereken yatırımlar ve işletilmeleri yoğun mali kaynak ve zaman gerektirirler. Buna karşılık, madenciliğin her aşaması riskli, yatırımın geri dönüş süreci uzundur. Madencilik sektörü; sanayi başta olmak üzere, ekonominin diğer sektörlerinin temel hammadde gereksinimlerini sağlamaya ilaveten, yatırım bedelinin çoğu makina, elektrik ve inşaat kalemlerini oluşturduğundan, bir bakıma ekonomik kalkınmayı başlatan sanayileşmenin lokomotifi konumundadır.
Madencilik sektörünün tüm alt sektörlerinde üretim arttırılmalıdır. Ancak, söz konusu üretimin hedefi dış satım değil, ülke sanayi sektörleri olmalıdır. Madencilik sektörünün ülke kalkınmasındaki kritik önemi, fazla miktarlarda üretilip yurt dışına satılarak döviz elde edilmesinde değil, yerli sanayiye düşük maliyette ve kaliteli girdi sağlamasındadır. Bu çerçevede, madencilik sektörünün planlanmasında ülke sanayi sektörleri ile entegrasyon ön planda tutulmalıdır.
Mevcut kaynakların en iyi şekilde kullanımı, kaynakların atıl durumda bırakılmaması ve bilinmeyen kaynakların belirlenerek üretilmesi ile ülke sanayisinin gelişmesine hız verilmesi gerektiği tartışılmaz bir gerçektir. Fakat, eğer bir ülke kendi kaynaklarının yurt içinde işlenmesine yönelik politikalar geliştirip uygulayamıyorsa; bu ülke sanayileşmiş ülkelere ucuz hammadde sağlamaktadır. Diğer bir deyimle bir bakıma ülke zenginliklerini gerçek değerlerinin çok altında yurt dışına aktarmaktadır.
Dünya ekonomisinde yaşanan küreselleşme süreci ile, çok uluslu şirketlerin kar paylarını artırmak, ulus ötesi şirket sermayeleri ve mal dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması amaçlanmaktadır. Bu gelişmeler, daha çok sahip oldukları bilgi birikimi, sermaye kaynakları, ekonomik ve politik güçleri sayesinde dizginleri ellerinde tutan gelişmiş ülkelerin lehine olmaktadır. Ülkemizde 80‘li yıllardan bu yana izlenen neo-liberal politikalar ile sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, çevre, maden ve tarım alanları çok büyük yıkım görmüş, özelleştirme uygulamaları ile bu ulusun dişinden tırnağından artırarak oluşturduğu kamu işletmeleri yok pahasına, bir çoğu da amacı ve kaynağı belli olmayan yabancılara, küresel sermaye gruplarına hizmet eden yerli işbirlikçilerine satılmak suretiyle elden çıkarılmıştır.
IMF ve Dünya Bankası reçeteleriyle ülkemizde kamu madencilik kuruluşlarının özelleştirilmesi veya kapatılması madencilik sektörünün daralmasına ve yok olmasına neden olmaktadır. Yatırım yapılmayarak üretimden çekilmek zorunda bırakılan kamu madencilik kuruluşlarımız son aşamada yabancı şirketlerin eline geçmekte ve kaynaklarımızın kullanımı da bu güçler tarafından değerlendirilmektedir. Ülkemizin sanayileşememesi ve mamul madde üretiminin yeterince yapılamaması madenlerimizin hammadde olarak ihracı sonucunu doğurmaktadır. Madenlerimizin ham olarak ihraç edilmesi; yer altı kaynaklarımızı ekonomiye katmak yerine tam tersine ekonomi dışına itilmesi anlamına gelmektedir. 2006 yılında tüm madenlerimizden elde edilen ihracat gelirimiz 2 milyar dolar olmuştur. Aynı yıl sadece ithal kömüre 2 milyar dolara yakın döviz ödenmiştir. Bu tek örnek bile yanlış bir politika izlendiğinin açık bir göstergesidir.
Altın, diğer madenlerimiz gibi yeraltı zenginliklerimizden birisidir. Resmi raporlara göre, ülkemizde 600 ton işletilebilir altın rezervi bulunmaktadır. Bu rakam aramalara bağlı olarak artabilir. Yabancı şirketlerin ülkemize ilgileri bu rezervin çok daha fazla olabileceğini göstermektedir.
Altın madeninin aranması ve üretilmesinin diğer metal madenlerinden fazlaca bir farkı yoktur. Son zamanlarda ülke gündeminde yoğun olarak yer alan bu konu ya işletme teknolojisi ve çevre ya da ekonomik boyutuyla gündeme getirilmiştir. Ancak sorun, bir bütünsellik içinde ulusal madenciliğimizin temel tercihleri ve politikalarının neler olması gerektiği açısından yeterince değerlendirilmemiştir. Sorunların farklı temellerde tartışılması çözümü daha da zorlaştırmıştır.
Hiçbir ülkede toplumun bütün ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bol üretim yapmak mümkün olmadığına göre, üretimde kullanılacak kıt kaynaklar konusunda tercih yapmak bir zorunluluk olabilmektedir. Böyle bir tercih yapıldığında yapılan tercihin rasyonel sayılabilmesi için, feda edilen değerlerin, alternatif maliyetlerinin yapılan tercihten fazla olmaması gerekir.
Örneğin; altın madenciliğinin tercih edilmesi; o yöredeki tarım, turizm vb. gibi alternatiflerden daha çok ve daha uzun süreli ekonomik avantajlar sağlamalıdır. Bu nedenle her altın madeni için ayrı ayrı alternatifler ortaya konulmalı, alternatif maliyet analizleri yapılmalı ve bu verilere göre tercihte bulunulmalıdır. Yapılacak tercihlerde sosyal maliyetlerin de gözetilmesi gerekmektedir. Kaynak kullanımı çok alternatifli, çok parametreli bir sorunu ifade etmektedir. Bu durum altın madenciliği için de geçerlidir.
Altın madenciliği, dünyada çevre konusunda duyarlı pek çok ülkede gerekli önlemler alınarak yapılmaktadır. Günümüzde çevreye karşı çok duyarlı birçok ülkede sadece altın değil her türlü yeraltı kaynağı, (maden, petrol, doğal gaz, endüstriyel hammadde) yerüstü zenginliklerine ve çevreye zarar vermeyecek şekilde planlanıp işletilebilmektedir. Dolayısıyla bazı özel durumlar (arkeolojik alan, sit alanı, milli park, vb.) dışında madencilik uygun bir planlamayla çevre ile barışık olarak yapılmaktadır. Hiçbir maden arama ve sondaj çalışmalarında siyanür kullanılmamaktadır. Siyanür, altının cevher içerisinden alınmasında, tanelerinin boyutuna ve cevherin özelliklerine göre kullanılan bir kimyasal olup, dünya altın üretiminde % 83 oranında uygulanmaktadır. Ülkemizde bir yılda kullanılan 300.000 ton siyanürün 3.500 tonu madencilik sektöründe tüketilmektedir.
Çevre faktörü göz ardı edilerek madencilik faaliyetlerinin yürütülmesi, içinde bulunduğumuz yüzyılda mümkün değildir. Madenciliğin çevreye etkileri yadsınamaz. Ancak, madencilik sektöründe, çevre dostu teknoloji ve yöntemlerin kullanılması, madencilik süreçlerinde ya da sonrasında çevrenin korunmasına ya da yenilenmesine yönelik önlemlerin alınması bir zorunluluktur. Bu konuda gelişmiş ülkelerdeki olumlu örnekler ülkemizde de uygulanmalıdır.
Yerel halkın onayını almamış hiçbir ekonomik girişimin ülkeye yarar getirmesi beklenemez. Madencilik sektörüne ilişkin alınacak kararlarda ilgili yöre halkının da katılımı sağlanmalıdır.
Türkiye, hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirmek durumundadır. Yargı kararlarının uygulanması, ekonomik gerekçelere dayandırılarak engellenmemelidir. Ancak kararların sağlıklı alınabilmesi için konuyla ilgili ihtisas mahkemeleri kurulmalıdır. Bilirkişilik kurumu yeniden düzenlenmelidir.
Maden Kanunu‘nun beyan esasına dayanması sonucu, ihracat yapılan ürünün eksik beyan ile (miktar ve tenör olarak) yurtdışına çıkarılması ihtimal dahilinde dir. Böylece elde edilen değerlerin önemli bir miktarı ülke içerisinde kalmamakta, çok uluslu firmaların kasasına akmaktadır. Altının dore (yarı mamul) halinde ihracatının yerine, ülke içinde rafine edildikten ve uç ürün haline getirildikten sonra ihraç edilmesi sağlanmalıdır. Bu nokta dikkatle irdelenmeli, orta ve uzun vadeli planlar bu doğrultuda yapılmalıdır.
Bütün bu genel değerlendirmeler ışığında, Kaz dağları ve diğer yörelerimizdeki madencilik faaliyetleri kamu yararı öncelikli olarak değerlendirilmelidir.
Odamız tarafından oluşturulan bir çalışma grubu, 10-12 Kasım 2007 tarihlerinde Kaz dağlarına giderek yerinde incelemelerde bulunmuş, yetkililerle görüşmeler yapmışlardır. Grup, çalışmaları sonunda bir rapor hazırlamıştır. Hazırladıkları raporda; "Kaz dağlarında yapılan maden arama ve sondaj çalışmalarının genel olarak yapılan maden arama çalışmalarından farklı olmadığını, çalışmaların milli park alanlarının dışında yapıldığını, her sondaj için 100-300 metrekarelik alan kullanıldığını, sondaj çalışmalarında su ve bentonit dışında başka bir devir daim sıvısı kullanılmadığını, sondaj çalışmaları sonucu çevreye aşırı bir zarar verilmediğini, yapılan çalışmaların Orman Müdürlüğü‘nün izni dahilinde olduğunu tespit ettiklerini" belirtmişlerdir.
Asıl sorun, tüm alanlarda olduğu gibi madencilik sektöründe de kamu denetiminin gevşetilmesi ya da denetimin özelleştirilmesidir. Bu nedenle yasalarda belirtilen denetimler dahi yeterince yapılamamaktadır. Önlemlerin alınıp alınmadığı denetlenememekte, sonuç olarak genel anlamda bir güvensizlik ortamı oluşmaktadır. Meslek Odalarının da devre dışı bırakılarak, kamusal denetimin göz ardı edilmesiyle piyasa mantığı gereği "bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler" düşüncesi her alanda egemen olmaktadır.
Kaz dağlarında milli park alanı yeniden belirlenmeli ve bu alanda sadece madencilik faaliyetine değil, sanayi tesisleri, yapılaşma ve turizm tesisleri dahil hiçbir faaliyete izin verilmemelidir. Çünkü kaz dağlarının denize bakan kesimleri ve sahiller yıllardır turizm ve yapılaşma adına talan edilmiştir.
Toplumsal, ekonomik ve çevresel bakımdan sürdürülebilir bir madencilik sektörünün gelişimi; devlet, sektörde faaliyet gösteren kurum ve kuruluşlar ile demokratik kitle örgütlerinin yapıcı işbirliği ile mümkündür. Söz konusu tarafların doğrudan katılımları olmaksızın hazırlanacak herhangi bir sektör planının ya da plan uygulamasının başarılı olması mümkün görülmemektedir.
Gerçek sahibi halkımız olan ve yenilenemez ve tükenme özelliğinden dolayı gelecek nesillerimizin de hak sahibi olduğu tüm stratejik madenlerimiz kamu eliyle işletilmeli, kamu denetimi mutlaka sağlanmalıdır.
Her şeye rağmen madencilik yapılsın düşüncesi ne kadar yanlışsa, hiçbir şekilde madencilik yapılmasın düşüncesi de en az o kadar yanlış ve tehlikeli bir yaklaşımdır.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.
TMMOB
MADEN MÜHENDİSLERİ ODASI
YÖNETİM KURULU
20 Kasım 2007, Ankara
Basın ve Kamuoyunun Bilgisine:
Ülkemizin doğal, kültürel, tarihsel zenginliklerini yok edecek bir tehdit, bir “yasa tasarısı” adı altında şu anda TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülmektedir. “Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı” adı ile gündeme gelen yasa değişiklikleri kamuoyundan adete kaçırılarak ülkemizi yeni bir “oldu, bitti” vâkâsı ile karşı karşıya getirmeye yöneliktir. Şimdiye dek 4 ayrı versiyonuna ulaşabildiğimiz yasa tasarısının her yeni versiyonu ülkemizin doğal ve beşeri varlıklarını peşkeşinde yeni bir cüretin adımlarını taşımaktadır. Zira; Yasa yapma tekniği açısından da bir skandal olan yasa tasarısı, 3213 sayılı Maden Kanunu dışında,
2872 sayılı Çevre Kanunu,
2873 sayılı Milli Parklar Kanunu,
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu,
6831 sayılı Orman Kanunu,
3621 sayılı Kıyı Kanunu,
4122 sayılı Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Kanunu,
4342 sayılı Mera Kanunu,
3573 sayılı Zeytinciliğin Korunması Hakkında Kanun
2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da da
değişiklikler öngörmektedir. Her türden ve her ölçekte koruma tedbirini madenciliğin önünde engel olarak gören yasayı hazırlayan zihniyet, madencilik sektörünün geliştirilmesi söylemiyle söz konusu yasalar ile sınırlı da olsa korunan tarım topraklarımızı, mera alanlarımızı, ormanlarımızı, milli parklarımızı, tabiat parklarımızı, tabiat anıtlarımızı, sit alanlarımızı, ağaçlandırma alanlarımızı, kıyılarımızı, sulak alanlarımızı, su havzalarımızı, turizm bölgelerimizi alelade madencilik faaliyet sahası olarak kabul ederek bütün bu değerlerimizi büyük bir talan ve tahribata açık hale getirmek gayesindedir. Maden Kanununda yapılmak istenilen değişiklikler irdelendiğinde, öncelikle değişikliğin ruhunu, daha önce önemli tartışmalara konu olan Endüstri Bölgeleri Kanun Tasarısının oluşturduğu görülmektedir. Bahse konu Endüstri Bölgeleri tasarısı Yabancı Sermaye Derneği (YASED) tarafından hazırlanan tasarıdır. Şubat 2001 başlarında tartışmaya açılan tasarı önemli değişikliklere uğrayarak, YASED’in beklentilerinin çok uzağında kanunlaşmış ve yürürlüğe girmiştir. Nitekim YASED, Endüstri Bölgeleri Kanununu yabancı sermaye çekmekte yetersiz bulduğunu açıklamıştır. Maden Kanunundaki değişiklikle ilgili aşağıda detaylı olarak irdelenecek tasarı hakkında YASED görüş beyan etmekten kaçınmakta ve sessizce gelişmeleri beklemektedir. İlk tecrübeden sonra bu sessizlik tasarıya destek anlamını taşımaktadır. Jeolojik süreçlerle milyonlarca yılda oluşmuş olan madenlerimiz doğaları gereği, hiçbir topluluk sınıf ya da katmanın emeği ya da sermayesi karşılığı üretilmemiş olması nedeniyle hiç kimsenin herhangi bir gerekçe ile sahiplenme ve istismar etme hakkı iddia edemeyeceği ortak kamusal varlıklarımızdır. Dolayısıyla bu kaynaklar üzerindeki tasarruf hakkı kamusaldır ve ancak toplumsal çıkarlar amacıyla değerlendirilebilir. Ülkemizin jeolojik özellikleri küçük- orta rezervli ancak çok çeşitli maden yataklarının oluşmasına olanak tanımaktadır. Ayrıca dünyadaki bor, mermer, trona, zeolit, pomza, sölestin, ve toryum gibi rezervlerinin önemli bölümü ülkemizde bulunmaktadır. Yaklaşık 8000 yıllık madencilik geçmişi olan ülkemizde, maden aranması, bulunması ve işletilmesi artık daha da zorlaşmaktadır. Bu anlamda madencilik çalışmaları artan ölçüde bilgi, yatırım, teknoloji, koordinasyon gerektirmekte ve yatırım riski taşımaktadır. Bu durum madenlerin “kremasını” yiyen, karı azamileştirmek için işin kolayına kaçan “özel girişimci”lerin yerine, “ülke çıkarları” ve “kamu yararı”nı gözeten “kamu girişimciliği”ni akılcı kılmaktadır. Halen Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülen yasa tasarısı ise, yukarıda sayılan koruma tedbirlerini bir çırpıda hükümsüzleştirerek, ve sektörün teşvik edilmesi söylemiyle yerli ve daha çok yabancı sermayenin istismarına sunarak maden sahalarımızın süratle üretime açılmasını öngörmektedir. Tasarı dikkatle incelendiğinde, asıl teşvik edilenin de asıl katma değer üretimi açısından önem taşıyan uç-ürün üretiminin değil, yoğun ve ucuz işgücüne dayanan düşük katma değerli ham cevher ihracının olduğu anlaşılmaktadır. Kontrolsüz ve aşırı üretimin neden olacağı fiyat dalgalanmaları özellikle dış pazarlarda satılan ya da uluslararası tekellerin alıcısı olduğu madenler için adeta yağma anlamı taşıyacaktır. "Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı"nın maden üretiminde öngördüğü teşvikler özellikle yabancı sermaye açısından, hiç bir vergi vermeden ham cevherin ucuz maliyetle yurt dışına çıkarılmasını sağlayacak niteliktedir. Hiçbir zenginleştirme ve uç-ürün madde üretimi sürecine sokulmadan Anadolu’nun damarlarından koparılıp gemilerle yangından mal kaçırırcasına yıllarca “Batı”ya sevk edilen bu zenginliklerimizden artık neredeyse söz edemiyoruz. Yeraltı kaynaklarımızın hammadde olarak satılması açık bir yağmadır. Bu hammaddelerin ara-ürün ve uç-ürün olarak üretimi istihdam, katma değer, ülke ve toplum çıkarı açısından gereklidir. Tasarı ile ham cevher satışı özendirildiği için ülkemizin teknolojik yeteneklerinin gelişmesinin de önü kesilmektedir. Bilindiği üzere, yabancı sermaye sadece ucuz hammadde peşinde koşmakta, ülkemize teknoloji transferi gerektiren yatırımlardan uzak durmaktadır. Bandırma boraks tesisleri, alüminyum, demir-çelik, ferrokrom tesisleri örneklerinde görüldüğü gibi yabancı firmalar sadece hammadde temini ile ilgilenmektedir. Oysa bir ülkenin teknolojik yeteneklerinin gelişmesinin ilgili sektörün hem kapsam açısından hem de ölçek açısından planlı bir şekilde ele alınmasını gerektirmektedir. Bu da arama faaliyetlerinden başlamak üzere, uç-ürünün piyasaya sunulmasına kadar madencilik, kimya ve metalurji faaliyetlerinin bir bütünsellik içerisinde tüm süreçlerin uzman kamu kuruluşları eliyle gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Bu alanda kurulmuş kamu işletmeleri ülkemizin gereksinmelerine yanıt verecek birikim ve yetkinliktedir. İşçilerin, sigortasız ve sendikasız boğaz tokluğuna çalıştırıldığı küçük özel işletmeler yerine sendikalı, grevli, toplu sözleşmeli çalışma ilişkilerinin görece korunduğu kamu kuruluşları “kamu yararı”nın kısmen gerçekleşmesinde savunulabilir olmaktadır. Ayrıca ham cevher satışının yasaklanması esas kabul edilip, satılmasının istisna ve Bakanlar Kurulu kararına tabi kılınması, buna paralel olarak, içerde üretilen madene dayalı ya da ithal madene dayalı sanayi üretimleri teşvik edilmelidir. Madenlerde öncelikle ciddi bir rezerv tespiti yapılmalıdır. Sanayi Master Planı geliştirilmeli ve bu plan dahilinde madenlerin kontrollü bir şekilde üretilip, işlenmesi sağlanmalıdır. Maden aramaları halen büyük önem taşıdığından MTA, Etibank TKİ, TTK gibi kamu kurumları güçlendirilmelidir. MTA Genel Müdürlüğü reorganize edilerek, 1986 yılından bu yana yürütülen KİT’lerin tasfiyesi sürecine son verilmelidir. Bu süreç, son yıllarda oldukça yıkıcı hale gelmiş, KİT’ler bilinçli bir şekilde, adeta devletin ve toplumun kurtulmak istediği kambur haline dönüştürülmüştür. Toplumun malı olan tesislerin siyasi ve bürokratik kadrolar tarafından, sırf özelleştirmenin alt yapısını oluşturmak adına bile bile zarara sürüklenmesi hiçbir şekilde iyi niyetle izah edilemez. Tasfiyeci mantık tasarının hazırlanmasında kendisini hissettirmektedir. Bütün bu boyutları ile değerlendirildiğinde Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı ucuz ve bol maden üretimi; ama yerli ve daha çok yabancı sermayenin istismarından ibaret bir maden üretimi hedeflemekte bunun bedeli olarak da bütün ekolojik, kültürel ve tarihi zenginliklerimizi azami kâr peşinde koşan madencilik sermayesinin insafına terk etmektedir. Bizler, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne bağlı ve söz konusu yasa tasarı ile doğrudan ilgili 6 farklı meslek disiplini temsil eden Odalar olarak, Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı’nın acilen komisyondan geri çekilmesini; bilim ve meslek çevrelerinin önerileri doğrultusunda ve kamu yararı ekseninde yeniden ele alınmasını talep ediyoruz. Bu yönde bir adım olarak hazırladığımız değerlendirme raporunu kamuoyunun bilgisine sunuyoruz. Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Tasarısı ülkemizin geleceği için bir tehdittir. İlgili tüm çevreleri duyarlı olmaya ve ülkemizin doğal ve beşeri zenginliklerine sahip çıkmaya çağırıyoruz.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
TMMOB Kimya Mühendisleri Odası
TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası
TMMOB Orman Mühendisleri Odası
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
8 Aralık 2007: İklim Değişikliğine Karşı Küresel Eylem Günü
için Çanakkale Çevre Platformu ve ÇOMÜ Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Murat Türkeş’in Ortak Basın Açıklaması
İklim Değişikliği günümüzde üzerinde en çok durulan, en çok bilimsel araştırma yapılan ve hükümetlerarası düzeyde en çok tartışılan küresel değişiklik konularının başında gelmektedir.
Fosil yakıtların yakılması, arazi kullanımı değişiklikleri, ormansızlaşma, sanayi süreçleri gibi insan etkinlikleri, karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve diazotmonoksit (N2O) gibi sera gazlarının atmosferdeki birikimlerinin sanayi devriminden beri hızla artmasına neden olmaktadır. Örneğin, atmosferdeki CO2 birikimi, sanayi öncesi dönemde 280 ppm iken, 2005 yılında 379 ppm’e ulaştı. 2005 yılındaki bu değer, geçmiş 650,000 yıllık kayıtta 180-300 ppm arasında değişen doğal CO2 birikiminin çok üzerindedir. Bu ise, Yerküre’nin enerji dengesini değiştirerek, yeryüzünün ve atmosferin yeryüzüne yakın katmanının daha fazla ısınmasına neden olmaktadır.
Sera gazlarının atmosferik birikimlerindeki bu artışların, sıcaklık, yağış, hava ve toprak nemi gibi iklim ve iklim-ilişkili değişkenlerinde bölgesel ve küresel değişikliklere yol açması bekleniyor. Beklenen değişiklikler ise, giderek kendisini daha belirgin olarak göstermektedir. Örneğin, Küresel yüzey sıcaklıklarında 19. yüzyılın sonlarında başlayan ısınma, 1980’li yıllardan sonra daha da belirginleşerek, küresel sıcaklık rekorları kırmaktadır.
Sera gazlarının atmosferik birikimlerindeki artışların, sıcaklık, yağış, hava ve toprak nemi gibi iklim ve iklim-ilişkili değişkenlerde bölgesel ve küresel değişikliklere yol açması bekleniyor. Küresel iklimde gözlenen önemli ısınmanın yanı sıra, en gelişmiş iklim modelleri, küresel ortalama yüzey sıcaklıklarında 1990-2100 dönemi için, yaklaşık 3 °C’lik en iyi kestirmeyle birlikte 2-4.5 °C arasında bir artış olacağını öngörüyor.
Küresel sıcaklıklardaki artışlara bağlı olarak da, hidrolojik döngünün küresel ölçekte değişmesi, kara ve deniz buzullarının erimesi, kar ve buz örtüsünün alansal daralması, deniz seviyesinin yükselmesi, iklim kuşaklarının kayması, sıcak hava dalgalarının daha şiddetli ve sık oluşması, bazı bölgelerde aşırı yüksek yağışların ve taşkınların, bazı bölgelerde ise kuraklıkların daha şiddetli ve sık oluşması ile yüksek sıcaklıklara bağlı salgın hastalıkların ve zararlıların artması gibi, dünya ölçeğinde sosyoekonomik sektörleri, ekolojik sistemleri ve insan yaşamını doğrudan etkileyecek önemli değişikliklerin oluşması bekleniyor.
İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin en önemli sonuçlarından olan küresel ısınma ve deniz seviyesi yükselmesi, atmosferdeki sera gazı birikimleri belirli bir düzeyde durdurulsa bile, iklim süreçleri ve geri beslemeleri ile bağlantılı zaman ölçeklerinin çok değişik ve uzun olması yüzünden, yüzyıllarca sürebilecektir. Bu da, toplumlar için olumsuz sonuçlar yaratarak, kalkınmanın önünde büyük bir engel oluşturacaktır.
Bu yüzden, uluslararası toplum, insan kaynaklı sera gazı salımlarındaki artışla bağlantılı iklim riskini önlemeye yönelik önemli bir görevle karşı karşıya bulunuyor. Öngörülen iklim değişikliklerini ve bu değişikliklerin, sosyoekonomik sektörler, doğal ekosistemler ve insan sağlığı üzerindeki olası olumsuz etkilerini en aza indirmenin en önemli yolu, insan kaynaklı sera gazı salımlarını azaltmak ve yutakları (ormanları ve tüm vejetasyonu) çoğaltmaktır.
Konuya Türkiye’de yapılması gerekenler açısından bakıldığında, Türkiye’nin de, halkın eğitimi ve bilinçlendirilmesine önem vererek, sosyal ve ekonomik refahta kısıtlamaya gidilmeden yapılacak enerji tasarrufu, enerjinin yeterli ve verimli kullanımı, yeni teknolojilerin ve yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması ile ormanlar gibi karbon yutaklarının arttırılması yoluyla sera gazlarını denetlemeye ve zamanla azaltmaya öncelik ve önem vermesi gerekir.
Son yıllarda, yaşadığımız kent ve çevresi ile Kaz Dağı yöresi için ciddi çevresel tehlike oluşturan sürdürülebilir olmayan çok sayıda olumsuz girişimin ortaya çıktığı görülüyor. Bu yüzden, bugün burada 8 Aralık İklim Değişikliğine Karşı Küresel Eylem Günü çerçevesinde, Kaz Dağı yöresinin bölge iklimi ve iklim değişikliği açısından önemine de dikkat çekmek istiyoruz. Türkiye’nin büyük bir bölümünde olduğu gibi, Biga Yarımadası da, küresel ve bölgesel iklim değişikliklerinden etkilenerek, giderek daha sıcak ve kurak bir iklim özelliği gösteriyor. Giderek ısınan ve kuraklaşan bir dünyada, ekolojik sistemlerin daha hassaslaşacağı gerçeği dikkate alındığında, Kaz Dağı’nın, geçmiş iklim değişikliklerinde olduğu gibi, gelecekte de iklim sisteminin, ekosistemin, su kaynaklarının ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürekliliğin sağlanması açısından yaşamsal bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.
KAZ DAĞI VE DAĞLIK ALAN (DAĞ SİSTEMİ) KAVRAMLARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Doç. Dr. Murat TÜRKEŞ ve Doç. Dr. Telat KOÇ
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü, Çanakkale
Coğrafi ortam bileşenleri (taşküre ve yerşekilleri, atmosfer ve iklim, suküre ve su kaynakları, toprak özellikleri, bitki ve hayvanlar, insan ve etkinlikleri, vb.) birbirleriyle etkileşim içinde Yersistemini oluşturmaktadır. Bu nedenle, coğrafi ortam ile ilgili kavramların değerlendirilmesinde Yersisteminin (coğrafi sistem) bir parçası ile ilgili değerlendirme yapıldığı düşünülmelidir.
Biga Yarımadası - Kaz Dağı yöresinde herhangi bir insan etkinliği ve uygulaması söz konusu olduğunda, Kaz Dağı yalnız dağın yüksek bölümleri ve dorukları olarak ele alınmamalıdır. Bu, Kaz Dağı adına sıkça yapılan en önemli yanlışlardan ve haksızlıklardan birisidir.
Kaz Dağı, doruklar bölümü, doğuya, kuzeye ve batıya uzanan sırtları, derin vadileri, dik yamaçları ve etek düzlükleri ile yakın çevresindeki ovalar ve alçak platolar ile birlikte bir bütün olarak, bir dağ sistemi ve coğrafi bir alan birimi olarak da Kaz Dağı Yöresi şeklinde ele alınmalıdır. Kaz Dağı Yöresini özellikli kılan da, yerşekli olarak bir “dağ” olmasının yanı sıra, çevresinde yer alan diğer dağlar, platolar ve ovalar ile birlikte eteklerindeki binlerce yıllık yaşam zenginliğinin oluşmasında belirleyici olmasıdır. Dağlar ve dağlık yöreler, çevrelerine göre daha nemli ve daha fazla yağış alma, bu nedenle de su toplama alanları olma özellikleri nedeniyle, biyolojik, tarımsal, arkeolojik, kültürel, turizm vb. zenginliklerin beslenme kaynaklarıdır. Bu yüzden, dağların sürdürülebilir kullanımı, onların bir ekolojik, fiziksel ve kültürel sistemler bütünü olduğu gerçeği ve bakış açısı ile ele alınmalıdır.
Kaz Dağı da, üzerinde yükseldiği yörenin yerüstü ve yeraltı su kaynaklarını oluşturan, besleyen ve onların sürekliliğini denetleyen en önemli yaşam kaynağıdır. Kaz Dağı, yüksekliği ve bölgeye bereketli yağışları taşıyan egemen hava akımları ile Akdeniz ve orta enlem siklonları açısından uygun bir konumda bulunması nedeniyle, yörenin daha nemli bir iklime, bu nedenle de doğal bitki örtüsü ve tarımsal etkinlikler açısından çevreye göre daha zengin olmasını sağlamaktadır.
Biga Yarımadası dağları haritalarda (örneğin, 1/1,000,000 ölçekli Harita Genel Komutanlığı Türkiye Fiziki haritasında) Kaz, Kavak, Sakar, Ağı, Armutçuk, Kayacı ve Dede olarak sıralanmıştır. Bu dağların her biri ayrı ayrı ve birlikte açıklanan sistem mantığından hareketle değerlendirildiğinde, titizlikle korunması gereken hassas doğal sistemlerdir. Kaz Dağı, Karamenderes, Kocaçay, Biga Çayı ile güneye dökülen akarsuları besleyerek çevresindeki yaşamın can damarlarını oluştururken, Kayacık Dağı da Çanakkale yerleşmesinin içme ve sulama suyunu sağlayan Atikhisar Barajını beslemektedir. Bu doğal kaynakların herhangi bir kesiminin taşıma kapasitesi ve buna bağlı olarak sürdürülebilirlik kuralları dikkate alınmadan kullanılmasının, ancak “Bindiğin Dalı Kesiyorsun” sözüyle açıklanabileceğini belirtmek gerekir.
Örneğin Kayacı Dağına (Atikhisar Barajı Havzası) yapılacak bilinçsiz bir etki (çevrenin kirlenmesine ya da aşırı kullanılmasına neden olan bir insan etkinliği), su kaynaklarının giderek azaldığı, uzun süreli kuraklıkların yaşandığı ve kuraklaşma eğiliminin olduğu bir dönemde, Çanakkale kenti ve çevresinde ciddi su sıkıntısına neden olacaktır.
Biga Çayında yaşanacak bir olumsuzluk, Çan ve Biga çevresini, Kocaçay’da (Kalkım) yaşanacak bir olumsuzluk ise, Kalkım, Yenice ile Gönen çevresini etkileyecektir.
Bu nedenle Dağların akarsu havzalarının beslenme ve özelliklerinin belirlenme kaynakları olduğu gerçeği bilinmelidir. Herhangi bir yerdeki yeraltı ya da yerüstü kaynağının ekonomik kullanımı için, bütünleşik bir Havza Yönetim Planından hareketle değerlendirme yapılmalıdır.
Kaz Dağı ve yöresine ilişkin değerlendirmelerde sıkça yapılan ikinci önemli yanlışlık, Kaz Dağı ile “Kaz Dağı Milli Parkı”nın eş anlamlı kullanılmasıdır. Bu tümüyle yanlış ve sınırlayıcı bir yaklaşımdır. Gerçekte, Kaz Dağı Milli Parkı, Kaz Dağı’nın Balıkesir ili Edremit ilçesi sınırları içinde kalan güney yüzü, Zeytinli Çayı’ndan Altınoluk beldesinin batısındaki Mıhlı Çayına kadar olan bölümü ile bu bölümün doruklara kadar olan yüksekliklerini kaplar. Bu alan, eşsiz orman varlığı, biyolojik çeşitliliği ve endemik türleri dikkate alınarak, 17.04.1993 tarih ve 21555 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 93/4243 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Milli Park kabul edilerek, koruma altına alınmıştır. Ancak, Kaz dağının korunması ve sürdürülebilir yönetimi için, yalnız Balıkesir il sınırları içinde kalan bölümünün Milli Park kapsamına alınması yeterli değildir. Bütüncül bir koruma ve yönetim anlayışıyla, iklim özelliklerine bağlı olarak şekillenen zengin orman varlığı, jeolojik ve jeomorfolojik güzellikleri, fauna ve florası ile endemik türleri de dikkate alınarak, Kaz Dağı’nın Çanakkale il sınırları içinde yer alan korunması gereken bölümleri de Milli Park kapsamına alınmalıdır.
Başta fosil yakıtların yakılması ve ormansızlaşma gelmek üzere, çeşitli insan etkinlikleri sonucunda Yerküre’nin iklimi değişmekte, giderek daha sıcak, kurak ve belki de daha önemlisi daha değişken olmaktadır. Genel olarak Biga Yarımadası da, küresel ve bölgesel iklim değişikliklerinden etkilenerek, daha sıcak ve kurak bir iklim özelliği gösteriyor. Bu yüzden, giderek ısınan ve kuraklaşan bir dünyada, ekolojik sistemlerin daha hassaslaşacağı gerçeği dikkate alındığında, Kaz Dağı Yöresi’nin, geçmiş iklim değişikliklerinde olduğu gibi, gelecekte de iklim sisteminin, su kaynaklarının ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve sürekliliğin sağlanması açısından yaşamsal bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.
KAYNAKLAR
Koç T (2007) Bayramiç (Çanakkale) Çevresinin (Kaz Dağı kuzeyi) Yerşekli Özellikleri. Bayramiç Sempozyumu 2007, 3-5 Ağustos 2007, Bildiri Kitabı, 145-150, Bayramiç/Çanakkale.
Koç T (2007) Kaz Dağı ve Çevresinin Jeomorfolojisi ve İklim Özellikleri (Araştırıcı). Proje Raporu, TÜBİTAK, YEDEBAG Proje No: 104Y046
Koç T (2004) Çanakkale Yerleşmesinin Durum Raporu 2003. Çanakkale Kent Konseyi Yayınları: 2, Çanakkale Olay Matbaacılık, Mayıs 2005, Çanakkale.
Türkeş M (2006) Kaz Dağı: Korumamız gereken doğal Zenginliğimiz. Çanakkale Dosyası 2006, 74-77, Aynalı Pazar, Çanakkale.
KAZDAĞLARI' NDA ALTIN MADEN/AÇIK HAVA KİMYA İŞLETMECİLİĞİ
Çanakkale Çevre Platformu tarafından 21.11.2007 tarihli Bayramiç’ te yapılan "ALTIN MADENCİLİĞİ VE ÇEVRE" konulu bilgilendirme toplantısında, Savaş DİLEK‘in konuşmasının özeti:

Konuyu iki temel yaklaşımla anlatmaya çalışacağım.
α =>Ülke geneline göre Kazdağları‘nın, bölgeye görede Bayramiç, Yenice, Kalkım, Ezine ilçelerindeki "Kıymetli Metal(altın-gümüş) ve Polimetal(bakır-kurşun-çinko)" mineralizasyon, zuhur ve madenlerin konumu(yöre insanlarının nicelik olarak neyle karşı karşıya kalacaklarının anlaşılması)...
β => Maden ve Madencilik faaliyetlerinin çevreye etkilerinin nitelik olarak sorgulanması...
α => Ülkemiz, metalik maden yatakları açısından iki ana provensten (maden bölgesinden) oluşur.
A- Doğu Karadeniz:1. "Volkano-Sedimanter Grup":a.Altınlı, polimetalik Masif Sülfit Yatakları. 2."Plutono-Volkanik Grup": a.Epitermal Altın Yatakları, b.Altınlı, Porfiri Bakır Yatakları.
B-Biga Yarımadası(Kazdağları):"Plutono-Volkanik Grup", a. Epitermal Altın Yatakları (Volkaniklere bağlı):
1. Altınlı Kuvars Damarları(kuvars-adularya-serizit tipi),
2.Altınlı Hidrotermal Breşler,
3.Ilıca Tipi altın yatakları.
b.Kontak Metasomatik Altın Yatakları(endo-skarnlar,ekzo-skarnlar) .
c.Altınlı, Porfiri Bakır Yatakları.
Ayrıca Biga Yarımadası iki yaş dönemine ait Plutono-volkanik etkinliklere bağlı cevherleşmeler içerirler:- Eosen dönemine ilişkin(55milyon yıl öncesi),-Miyosen dönemine ilişkin(25milyon yıl öncesi) mağmatik faaliyetler...
Bayramiç-Muratlar K. ve Küçükkuyu altın sahaları ile gündeme gelen altın madenciliği; bunların dışında dört ilçeyi kapsayan bölgede, 1972-1992 yılları arasında gerek M.T.A., gerekse şirketler tarafından araştırılıp o günün koşullarında ekonomik görülmeyen yaklaşık "60 adet" Polimetal-Kıymetli metal mineralizasyon ve cevher sahası, günümüz koşullarında, "Fiyat-Teknoloji, özellikle TEŞVİK-İMTİYAZ ve YASAL YÜKÜMLÜLÜK-MUAFİYETLERLE" işletmelere önemli avantajlar getirilmiş, değerlendirmek için yerli-yabancı şirketlerin gündemine oturmuştur. Özellikle 2004 yılında çıkarılan 5177 sayılı maden yasasına ilişkin değişiklikler ve buna bağlı yönetmelik değişiklikleriyle, "tarihi ve doğal sit alanları, sulak alanlar, su havzaları, kıyılar, meralar, tarım arazileri, kent imar alanları, koruma alanları ve zeytinlik alanlar gibi" daha önce yasaklanmış bölgeler bakan iznine bağlı olarak maden aramalarına açılmıştır. Aynı değişiklikte, ayrıca madenlerdeki devlet hakkı yüzde 5‘den yüzde 2‘ye indirilmiş, hatta rafinajın ülkede yapılması koşulu ile devlet hakkı yüzde 2‘den yüzde 1‘e düşürülmüştür. Bununla da yetinilmemiş, ÇED(Çevresel Etki Değerlendirilmesi) Yönetmeliğinde (2002,2003,2004,2005) tarihlerinde yapılan değişikliklerle de çevre projelerine ilişkin denetim ve yükümlülükler, "işletici firma" ile "ÇED projesini yapan firma" taahüdüne bırakılarak DOĞA, karını maksimize etme anlayışındaki piyasa şirketlerinin insafına terk edilmiştir! Ayrıca, 2004 tarihli, 5228 sayılı kanunla yapılan KDV ile ilgili değişikliklerle, "altın,gümüş, platin" ile ilgili ARAMA, İŞLETME, ZENGİNLEŞTİRME VE RAFİNAJ faaliyetlerine yönelik yapılan teslim ve hizmetler de istisna kapsamına alınmış, bununla birlikte son 5520 sayılı Kurumlar vergisi Kanunu ile de kazancın yüzde 75‘ine sürekli vergi istisnası sağlanarak, kazancın yüzde
25‘inin yüzde 20‘si kadar,yani toplam kazancın yüzde 5 (beş)‘i kadar vergi verilmesi sağlanmıştır. Böylece DOĞAL KAYNAKLAR VE ÇEVRE, ulus ötesi şirketlerle ve onların yerli taşeronlarının talanına açılmıştır.
Bu durumda, sadece Bayramiç‘ten örneklersek: Muratlar köyü dışında, Dombaycılar K. (bakır-altın), Karıncalı-Hacıköy-Yiğitler-Yeniköy(bakır-altın),Pirantepe(epitermal altın), Kuşçayırı(bakır-kurşun-çinko,skarn), Kuştepe(bakır-kurşun-çinko,ekzo skarn), Tongurlu-Yeşilköy-Sarıot (porfiri bakır-molibden) ile (kurşun-çinko-vollastonit, skarn), Evciler-Ayazma dere (altınlı ekzo skarn), Evciler-Bakırlıktepe(bakır- kurşun-çinko, endo skarn), Yiğitler-Döşeme dere(epi. Altın),Yiğitler-Asmalıdere(epi. Altın), Yiğitler Malahit dere (epi. Altın); Bayramiç-Çan arasında, Kestane dere(epi.altın), Aralık dere(epi.altın),Hamam tepe(epi.altın), Halilağa K.(epi.altın), Karaibrahimler K.(bakırlı skarn) gibi 16 saha hızlıca sorgulanarak gündeme gelecektir.

β =>Maden ve Çevre: Madenlerin diğer kaynaklardan farkı, sınırlı ve yenilenemez olmalarıdır. Ekonomik olmalarındaki önemli bir etken, canlıların yaşam alanı olan yer yüzünde veya ona yakın yerlerde bulunma gereklilikleridir.
Mağmatik ve volkanik olaylara bağlı mineralizasyonlar ve cevherleşmelerin çevresi, fiziko-kimyasal sistem olduklarından doğal kirletilmiş alanlardır. Ancak oluşumlarından günümüze kadar geçen süreçte atmosferle etkileşerek kirletici etkilerini kaybetmişler, doğal dengeleri oluşturmuşlardır. Madencilik faaliyetleriyle doğal dengeler bozularak kirletici işlevleri tekrar ortaya çıkar. Dolayısıyla madencilik faaliyetleri diğer endüstri faaliyetlerine göre çevrenin fiziksel ve kimyasal olarak bozulmasına direk nedendir.
Madenciliğe ilişkin faaliyetler birkaç aşamada olup, her birinde doğa farklı olarak zarar görür. En zararlı faaliyetler: "Maden çıkarma-Zenginleştirme(kırma-öğütme-konsantre)-Metal Tasfiyesi ve Metal Kazanılması" gibi işlemlerdir. Çoğu Metalurjik dolasiyle Kimyasal işlemleri içerdiği için bunlara bağlı Kimyasallarla kirletilmiş sıvı ve katı atıkların çevreye deşarjı ve yüzeyde depolanması kaçınılmazdır. Bununla birlikte madenin büyüklüğü ve fiziko-kimyasal yapısı ile faaliyetin süresi de önemlidir.
Madenciliğin Çevre Etkileri: "Hava-Su-Toprak Kirliliği"(fiziksel-kimyasal), "Estetik Kirliliği"(topoğrafya-morfolojinin bozulması), "Gürültü ve Titreşim", "Pasaların Yüzeyde Büyük Hacimde Depolanması","Cevher Zenginleştirme İşlemlerinden itibaren oluşan, kimyasallarla kirletilmiş İnce Taneli Atıkların Yüzeyde Depolanması"(hem arazi kaybına nedendir, hemde içerdiği faydalı olmayan Sülfitli Ağır Metallerden dolayı Su ve Toprak Kirliliğine nedendir), "Faydalı Element veya Minerallerin Zenginleştirilmesi ve Kazanılması Sırasında Prosese Katılan Kimyasallarla Kirletilmiş Sıvı ve Katı Atıkların Yüzeyde Depolanması","Sülfitli Mineralizasyon içeren Maden İşletmelerinde ve sonrasında ortaya çıkan ASİT MADEN DRENAJI(AMD) " ve oluşan "AĞIR METAL KİRLİLİĞİ"(Atık Depoları, Pasalar, Açık-Kapalı Ocaklar ve Şevlerden oluşacak sızmalar,Atık Barajı Göçmeleri) gibi olgular !... Siyanür Liç‘i ile kıymetli metallerin sıvı faza alınarak ileri zenginleştirilmesi sonucunda oluşacak sıvı-katı atıkların Su-Toprak için büyük risk oluşturduğu, sıvı fazdaki atıklara arıtma uygulansa dahi katı atıklardaki KUVVETLİ METAL SİYANÜR KOMPLEKSLERİ‘nin (demir-kobalt-altın gibi) "60-80 yıl" gibi birkaç kuşak, katı atıklar içinde canlı kalabileceği tehlikesi ciddi siyanür kimyacısı bilim adamları tarafından belirtilmektedir.
Asit Maden Drenajı(AMD)‘nda dört temel faktör rol oynar.1.Asitide,2.Tuzlanma,3.Metal Toksitesi,4.Sedimantasyon prosesleridir.Bunların Çevre Etkileride:a).Kimyasal,b).Fiziksel,
c).Biyolojik,d).Ekolojiktir. Sonuç olarak; Yüzey ve yer altı sularının beslediği Nehir ve Göl EKOSİSTEMLERİNDE besin zinciri değişime uğrar,basitleşir, Türler yok olur ve Ekolojik sistem zayıflar. Metaller çözeltiye geçtiklerinde; doğrudan etkileri, hassas bitki ve hayvan
Türleri yok olurken canlıların tolerans sınırlarında , davranışlarında ve üremelerinde değişimler görülür; dolaylı etkileri ise Biyoakümülasyon ve Biyobüyümeye neden
olmalarıdır. Sonuçta, hassas habitatlar kaybolur, besin zinciri değişime uğrar ve Tür çeşitliliği azalır. Bu tür sularla sulanan tarım alanlarından elde edilen ürünler kanalıyla Ağır Metaller
diğer canlılara geçerek dolaylı olarak diğer canlılar etkilenir. Sonuç, tam bir ÇEVRE FELAKETİ‘dir!..
Ülkede Madencilik Politikaları piyasalara bırakılmış, yerli-yabancı şitketlerin kurdukları vakıflar kanalıyla sektörle ilgili tüm yasa ve yönetmelik değişikliklerinin kendi çıkarları doğrultusunda oluşmasını sağlamışlardır. Soros‘un finanse ettiği "Açık Toplum Enstitü"sünün 2001-2005 yılları arasında, toplam 60 projeye "6"milyon dolar destek verdiklerini, bunların içinde "ÖZEL SEKTÖR MADENCİLİĞİNDE EKONOMİK VE SOSYAL HAKLAR" projesininde olduğu, Enstitü danışma kurulu başkanı Can Paker tarafından basın açıklaması ile duyurulmuştur(27.05.2005,Cumhuriyet).
Günümüzde uygulanan Küreselleşme adı altındaki neo-liberal, piyasacı politikaların; emperyal ülkeler adına denetçisi olan Dünya Bankası‘nın 1991-Aralık ayında yayınlanan yıllık "Global Raporu" yazılırken Banka baş ekonomisti Lawrence Summers‘ın iç yazışma notunda, "Afrika, nüfus yoğunluğu büyük ölçüde düşük bir kıtadır ve zehirli artık maddeleri, insanın ortalama ömrünün düşük olduğu bölgelere dökmek, burada insanların ölerek kaybedecekleri şeyler çok az olduğu için, ekonomik akla uygundur" (E.Yıldızoğlu, 06.11.1996,Cumhuriyet) ülkemizde de siyasal iktidarlar tarafından savunulduğu düşünüldüğünde, neyle karşı karşıya olduğumuz açıktır!
"Ekoloji-piyasa ilişkisi üzerine, Jean Paul Marcel, Le Monde Diplomatique makalesinde Ekonominin, insan yaşam sisteminin bir alt birimi ,insan yaşam sisteminin ise biosferin(küresel yaşam sistemi) bir alt birimi olduğuna işaret ederek, ekomiye ilişkin bir mantıkla (piyasa) çok daha bir üst sistemin sorunlarının çözülemiyeceğini söylüyordu"(E.Y. 06.11.1996,Cumhuriyet).
Yurttaş ile şirket karşı karşıya geldiğinde, idare ve hükümetin kimin yanında olacağının önemi göz önüne alınırsa, örgütlülüğün ve soluklu mücadelenin bilgi ile donatılarak sürdürülmesi kaçınılmazdır.21.11.2007.
Savaş DİLEK
Jeo. Yük. Müh.

Çevresel göstergeler kötü

AKP, herkesin "sağlıklı ve dengeli bir çevrede" yaşayabilmesini anayasal bir hak olmaktan çıkarıyor
Çevresel göstergeler kötü
Doç. Dr. Yücel Çağlar, çevresel göstergeleri giderek kötüleşen Türkiye'de AKP'nin anayasa taslağının, doğal, dolayısıyla da kamusal olan varsıllıkları, sağlıklı yaşama hakkını güvenceden yoksun kıldığını ifade etti.
Herkesin "sağlıklı ve dengeli bir çevrede" yaşayabilmesini anayasal bir hak olmaktan çıkaran AKP anayasasıyla doğal kamusal varlıkların korunabilmesi ve kamu yararına değerlendirilebilmesi tümüyle rastlantılara bırakılıyor.
Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği üyesi Doç. Dr. Yücel Çağlar , çevresel göstergeleri giderek kötüleşen Türkiye'de AKP'nin anayasa taslağının, doğal, dolayısıyla da kamusal olan varsıllıkları, sağlıklı yaşama hakkını güvenceden yoksun kıldığını ifade etti. Çağlar, 1982 Anayasası ile devlete verilen ve AKP taslağı yürürlükten kaldırılan görevleri şöyle sıraladı:
"Toprağın verimli olarak işletilmesini korumak, geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önleme, tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek amacıyla tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerini ve diğer girdilerini sağlamasını kolaylaştırma, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alma; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı, özellikle sanayinin ve tarımın yurt düzeyinde dengeli ve uyumlu biçimde hızla gelişmesini, ülke kaynaklarının... verimli şekilde kullanılmasını... planlama ve orman köylülerinin kalkındırılması, ormanların korunması için ormanın gözetilmesi ve işletilmesinde devletle bu halkın işbirliğini sağlayıcı... önlemleri alma."
1999 yılında yapılan değişiklikle 1982 Anayasası'nda yer verilen "Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesi..." ile ilgili yaptırımların taslakta korunduğunu anımsatan Çağlar, taslağa ilişkin belirlemelerini şöyle dile getirdi:
"Taslakta; 1981-2007 döneminde ormanları yok edip arazilerini işgal edenlerin bağışlanmasına, işgal ettikleri yerleri satın alabilmelerine ya da bedeli karşılığında kullanabilmelerine, devlet orman işletmeciliğinin özelleştirilmesine, 'orman olarak muhafaza edilmesinde yarar görülmeyen' ormanların her türlü amaçla kullanılabilmesine, ormanların yıkımına yol açabilecek siyasal propaganda yapılabilmesine dayanak olabilecek yaptırımlara da yer verilmiştir.
Açıklamalara bakılırsa, 'Çevrenin Korunması ve Milli Servetlere İlişkin Hükümler' şeklinde özel bir bölüm olarak yapılan düzenlemeyle '...küresel ısınmanın önlenmesi çabalarının hayati önem kazandığı bir dönemde çevrenin etkili bir şekilde korunması yönünde anayasada devlete yönelik direktif bir hüküm konulmuştur.' Oysa taslakta, herkesin 'sağlıklı ve dengeli bir çevrede' yaşayabilmesi anayasal bir hak olmaktan çıkarılmaktadır; devletin ve vatandaşların 'Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek' görevi, 'sürdürülebilir kalkınma ilkesiyle uyumlu' koşuluyla sınırlandırılmaktadır; buna karşılık su kaynaklarının, biyolojik çeşitliliğin korunmasına yönelik hiçbir yaptırım içermemektedir. Ancak çok daha önemlisi, merkezi idarenin yerel yönetimleri 'idarenin bütünlüğü, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması' gibi, çevre yönetiminin etkinliği yönünde yaşamsal önemde gerekçelerle idari vesayet altına alabilmesini dayanaksız kılmaktadır.
Kısacası; AKP'nin anayasasıyla, ülkemizde sağlıklı yaşanabilmesi, doğal kamusal varlıklarımızın korunabilmesi ve kamu yararına değerlendirilebilmesi tümüyle rastlantılara bırakılırken bu rastlantıların gerçekleşme olanakları da iyiden iyiye kısıtlanmaktadır."
Doç. Dr. Çağlar, "Devlet de bu doğrultuda, merkezi bir yapılanmayla örgütlenmiştir. 1924 ve 1961 anayasalarının yanı sıra 1982 Anayasası'nda bile bu türden yaptırımlara yer verilmiş olması, bu gerçeğin anlamlı bir göstergesidir. Ne var ki 1980'den sonra bu gerçekliklerle bağdaştırılamayacak düzenleme ve uygulamalar gündeme getirilmiştir. Ancak bu uygulamaların çoğu anayasaya aykırılıkları nedeniyle yüksek yargı organları tarafından engellenmiştir. AKP anayasası, 1982 Anayasası'nın engellemelerinden kurtulmayı; bu yolla da iktidar olabilmesinin önemli araçları olan yerel yönetimlerin, federatif yapılanma doğrultusunda dönüştürülmesini amaçlamaktadır" dedi. Çağlar, taslağın; 41. maddesindeki "...mahalli idareler tarafından tarh, tahakkuk ve tahsil edilenler için ise ilgili mahalli idarenin seçimle oluşan karar organına verilebilir" ; 96. maddesindeki "Mahalli idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır ve bu amaçla gerekli düzenlemeler yapılır" ; 131. maddesindeki "orman" sayılmayacak yerlerin satılabilecekler ya da kullanım bedeli karşılığında devredilecekler arasında tüzel kişilerin de sayılması yönündeki yaptırımların bu amacın ürünleri olduğunu kaydetti.
Cumhuriyet 14.12.2007